Anadolu liseleri yedi yıllıktı. İlkokulu bitirirken girdiğim sınavda İzzet Baysal Anadolu Lisesi’ni kazanmıştım. Bazı üniversitelerin bile sahip olmadığı donanıma sahip harika bir okuldu. Hayırsever iş adamı İzzet Baysal’ın Bolu’ya armağanlarından olan okul, üç bloktan oluşan binası, öğrenci yurtları, spor salonu, futbol, basketbol, voleybol sahaları, resim atölyesi, müzik, fen, teknoloji ve lisan laboratuvarları, geniş yeşil alanları ve kütüphanesi ile öğrencilerin neredeyse tüm sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılıyordu.
Bir blokun en üst katının tamamı kütüphaneye ayrılmıştı. Şehrin en büyük kütüphanelerinden olan bu mekân sürekli açıktı ve teneffüslerde her öğrencinin uğrak yeriydi. Yabancı dilini geliştirenler, edebiyata ya da bilime merak saranlar, pırıl pırıl cilalı sarı ahşap raflardan beğendiği yayını seçer, kütüphane görevlisinden ödünç alırdı. Çok ödünç alınan kitapların geri dönüşü merakla beklenir, iade günlerinde beklenen kitabı bulanlar kendini şanslı hissederdi.
Özverili, nitelikli bir eğitimden geçiyorduk. Düşünen, konuşan, okuyan, tartışan öğrencilerdik. Herkes gündemden haberdardı. Şiir, roman, hikâye sadece Türkçe derslerinde değil, hayatın içindeydi. Spor müsabakalarında, bilgi yarışmalarında öndeydik. Okulumuzda etkinlikler yoğundu. Bir etkinlik olduğunda en az dört sınıfın rahatça yerleşebileceği konforlu, huzurlu, iç açıcı kütüphanemize çıkardık. Tiyatro provalarımızı da, temsilci seçmelerimizi de, kitap değerlendirmelerimizi de kütüphanede yapardık.
Çeşit çeşit dergilerin, deney kitaplarının, bilim ansiklopedilerinin, sanat yıllıklarının, klasiklerin, çizgi romanların farklı bölmelerdeki dizilişi beni mest ederdi. Bazı teneffüsler, aynı serinin farklı raflara dağılan kitaplarını doğru rafta toplarken yakalardım kendimi, kitabımı alıp çıkacakken içimdeki dürtüye engel olamaz, düzenleme bitene, ders zili çalana kadar orada oyalanırdım. Yıllar sonra üniversitede Bilgi ve Belge Yönetimi okuyuşum ve akademisyen oluşum belki de o günlerdeki kütüphane aşinalığımın bilinçdışı bir sonucudur diye düşünüyorum. Orta kısmı bitirdikten sonra İstanbul’un iyi liselerinden birine devam ettim. Ama aynı imkânları ve atmosferi bulamadım. Biz orada bir kültürle büyümüştük. Ülkemizin nitelikli öğrencilerine verilen değeri, yaşayarak hissetmiştik. Bugün, o lisenin öğrencileri en seçkin üniversitelerden mezunlar ve ülkenin şuurlu, ufku açık insan gücünü oluşturuyorlar.
Ve ortaokuldan yıllar sonra, üniversitede kütüphaneciler yetiştiren bir akademisyenim. Okuma oranlarının yüksek olduğu, bilimsel olarak gelişmiş toplumlarda kütüphanelere nasıl önem verildiğini, nasıl yatırımlar yapıldığını iyi biliyorum. Okul kütüphanelerinin geleceğin nesillerini şekillendirerek ülkemin bilimsel ve kültürel istikbalini değiştireceğinin farkındayım. Türkiye’nin, öğrencilerin okuma ilgileri ile birebir ilgilenecek uzman kütüphanecilerin çalıştığı yeterli okul kütüphanelerine ihtiyacı olduğunu da adım gibi biliyorum. Ne yazık, anlatamıyorum.
Çocuklar, gençler, doğru kullandıklarında önlerine cennetler serecek teknolojinin, hayatı kendilerine cehennem edebilecek tehlikelerine mi koşuyor? Oyun, kumar, madde bağımlılıkları, uygulamalara gizlenmiş sinsi alt mesajlar, pusuda bekleyen pedofililer ve daha neler neler…
Peki nasıl korunacaklar? Nasıl öğrenecekler teknolojiyi doğru kullanmayı? Nasıl iyiye, doğruya, okumaya, yazmaya, araştırmaya, düşünmeye teşvik edeceğiz onları? Nasıl bilimsel ve kültürel olarak fark yaratacaklar, Türkiye’nin yetişkinleri olduklarında? Bu soruların cevabının yolu kütüphaneden ve kütüphaneciden geçiyor.
Ortak istikbalimiz için okul kütüphanelerini önemsemek zorundayız. Önemsemekle önemsiyor gibi görünmek arasında bir yerlerde kalmadan yapmalıyız bunu. Millî Kültür Şûrası’ndaki “çocukların erken yaşlarda kitap ve kütüphaneyle tanıştırılması” ve “zengin okul ve sınıf kütüphanelerinin kurulması” kararlarının ve 20. Millî Eğitim Şûrası’nın 49. maddesindeki “eğitim kurumlarına uzman kütüphaneci istihdam edilmelidir” ifadesinin ancak hayata geçerse bir kıymeti olacağının da farkında olmalıyız.
Millî Eğitim Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı ortaklığında gerçekleştirilen “Kütüphanesiz Okul Kalmasın Projesi”ndeki her okula bir kütüphane açma gayretinin takdire şayanlığını konuşurken, adet yerini bulsun diye yapılmamış olmasını dilemeliyiz yapılanların. Verilen emeğin semeresinin o kütüphaneleri gerçekten işlevsel kılarak alınabileceğini ve bir kütüphaneyi gerçek manada var edenin bu konunun eğitimini almış bir uzman kütüphaneci olduğunu da hatırlamalıyız sonra.
Her işin bir ehli var. Kütüphaneciliğin ehli de dört yıllık Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü’nü okuyan kütüphanecilerdir. Yüzler asılmadan, yine mi aynı konu demeden, kütüphanecilerin de böyle bir takıntısı var, ille de personel ataması der dururlar, diye söylenmeden sahiplenmeliyiz bu memleket meselesini.
Ben inanıyorum ki her okula bir psikolojik danışman, anaokulu öğretmeni, temizlik personeli atayan Bakanlığımız, isterse birer uzman kütüphaneci atamaya da kâdirdir. Maddi yetersizlikler, kadro sorunları engel görünse de, zamana yayılan stratejik bir plan yapmak niye mümkün olmasın ki? Devlet büyüklerimize bu vatanın istikbali için çağrımdır: Cumhuriyetimizin 100. yılına okul kütüphaneleri alanında bir eylem planı olmadan girmeyelim.
İstiyorum ki, memleketin her çocuğu kütüphane ortamında büyüsün. İstiyorum ki, benim ortaokulumda bulduğum kütüphaneyi, yurdumun her okulunda bulabilsin geleceğimiz olan çocuklar. Kapısı kapalı olmasın kitapların, dergilerin, fikirlerin, ümitlerin… Ve her teneffüs, teneffüs edebilsinler bilginin tarifsiz kokusunu. Bir nesil, bir nesil, bir nesil daha kaybetmeden…